DÜŞÜNME YASAK: 1984 İNCELEME

Sizce büyük birader gerçekten de bizi izliyor mu? Gelin bir bakış atalım. 

Gerçek adı Eric Arthur olan olan ve George Orwell ismiyle bilinen yazarımız tarafından 1948 yılında kaleme alınan 1984, totaliter rejimlerin dünyayı yönettiği, bireyselliğin ve akla gelebilecek her türlü özgürlüğün baskı ile yok edildiği, insanların itaate zorlandığı bir dünyayı bizlere anlatmaktadır. 

Kitap 3. Dünya Savaşı sonrası dünyayı bize anlatmakta. Dünya üçe bölünmüş durumdadır. Okyanusya, Avrasya ve Doğuasya olmak üzere. Hikayeyi incelemeden önce kitapta yer alan bazı kavramları anlatmak istiyorum. 


Düşünce Polisi: Yönetime ve partiye aykırı bir düşünce, fikir veyahut söylemde bulunduğunuz vakit sizi yakalayan ve sizi kelimenin tam anlamı ile yok eden güçtür. Öyle ki düşünce Polisi tarafından birisi yakalanırsa eğer, o kişiye dair bütün kayıtlar silinir ve ertesi günlerde o kişinin daha önce var olduğuna dair bir kanıt sunmak imkansız olur. 


Yeni Söylem Dili: 1984'te dil, parti tarafından sürekli olarak yenilenmektedir. İnsanlar kelimeler yoluyla düşüncelerini ifade ederler. Buradaki amaç var olan düşünceleri mümkün olduğu kadar az kelime ile ifade etmektir. Yeni Söylem'in nihai amacı partiye karşı oluşabilecek herhangi bir düşüncenin dil ve kelimeler yoluyla ifade edilmesini tamamen engelleyecek kadar dili kısıtlamak, dildeki "gereksiz" sözcükleri dilden kovmaktır.

 Örnek olarak, kötü kelimesi yerine iyi değil denecek. Daha iyi demek için "artı iyi" denecek. En iyi demek içinse "çift artı iyi" denecek. Kötü sadece iyinin zıddı değildir. Kötü iyinin zıddı olmakla beraber kendi içinde de çok derin anlamlar barındırır. Lakin siz kötü demeden kötüyü kast ederseniz, sadece iyi kelimesi ile iyilik ve kötülük ile ilgili bütün kavramları ifade ederseniz kötü kavramının kendi doğasında olan her şeyi öldürüp onu sadece iyinin zıddı haline getirmiş olursunuz. Bunlar böyle çeşitlendirilebilir. 

Kitapta daha çok kavram var: Sevgi Bakanlığı, Barış Bakanlığı... Tahmin edeceğiniz gibi Sevgi Bakanlığı toplumun birlik olmasını, birbirini sevmesini önlemek için, Barış Bakanlığı da toplumu savaşın devamlılığına inandırması için vardır. 

Bizim hikayemiz Okyanusya'nın bir şehri olan Londra'da geçmekte. Tek tek karakterlere bir göz atalım. 

Winston Smith: 

Bu ağabeyimiz Gerçek Bakanlığı'nda çalışan bir görevlidir. Kafasında bazı soru işaretleri vardır Winston'un. Lakin tartışacak, konuşacak kimse yoktur. Daha geçen günlerde yanı başında çalışan bir arkadaşı düşünce polisi tarafından yok edilmişti. Şimdilerde ise onun adını anmak bile tehlikeliydi. Winston her gün kendisi gibi Gerçek Bakanlığı'nda çalışan binlerce kişinin yaptığı gibi geçmişi değiştiriyordu. Her şey ama her şey, o zamana kadar tutulmuş bütün kayıtlar Parti'nin o günkü politikasına göre değiştiriliyordu. Geçmiş sürekli değişmekteydi. Bu sayede Parti bütün gerçekliği kendi çatısı altında topluyordu. 


Büyük Birader: 

Devletin yöneticisidir. Lakin onu ne gören ne de duyan vardır. Her yerde Büyük Birader'in gözlerinin olduğu posterler vardır. Büyük Birader'in sadece adı vardır. O bir kişi değil, bir olgudur. Varlığı daimidir. 



Julia:

Winston'a aşık bir kadındır. Parti doğruyu mu söylüyor, yalan mı atıyor, yaşadığımız dünya nereye gidiyor diye hiç umursamadan kendi içinde aşkını yaşamak isteyen bir kadındır. Winston'u her yerde takip eder ve Winston tarafından ilk başta düşünce polisi sanılır. Lakin ardından geçen zamanda ikisi birlikte bolca vakit geçirmek için sürekli gizlenip kaçmak zorunda kalırlar. 


O'Brien: 

Parti'nin dışarıdaki seviyeli üyelerinden birisidir. Görevi partiye boyun eğmeyen insanları tespit edip onları deşifre ederek yakalamaktır. Kendisini de parti karşıtı gibi göstererek gizlice partiye karşı gelmek isteyenler ile irtibata geçer ve onları yakalar. Winston ve Julia ile de irtibata geçip onları ele veren kişidir. 


Goldstein:

Parti ile beraber başa gelmiş lakin sonrasında Parti'ye muhalefet olduğu için partiden atılmış kişidir. Büyük Birader tarafından bir numaralı vatan haini ilan edilen bu kişinin yaşayıp yaşamadığına dair kesin bir bilgi yoktur. Her gün teleekranlarda hakkında aleyhine propagandalar yapılarak bir nevi Parti'nin halkı kontrol etmek için kullandığı bir figür haline gelmiştir. 



Hikayenin özetini yazmak yerine kısaca değinip Eric Arthur'un bizlere asıl anlatmak istediklerini anlatmak, romanda tasvir edilen dünyanın özelliklerini tasvir etmek istiyorum. 

1984'te her gün "İki Dakikalık Nefret" adı verilen bir program vardır. Bu program esnasında insanlar içinde biriktirdikleri öfkeyi kusarlar. Bu sayede Parti'ye başkaldırı için gerekli motivasyon sürekli olarak hafifletilmiş olur. 

1984'te cinsellik de tıpkı bütün diğer özgürlükler gibi yasak durumdadır. İnsanlar ancak ve ancak Parti'nin izin verdiği kişiler ile evlenebilir. Çünkü 1984'te çocuk doğurmanın tek bir amacı vardır: Parti'ye hizmet edecek yeni insanlar meydana getirmek. Bu yüzden birbirini çekici bulan insanların evlenmelerine izin verilmez. Ayrıca bastırılmış cinsellik ile toplumları kontrol etmek daha kolaydır çünkü gidermesi gereken bir ihtiyaç vardır ve ona sunacağınız en basit yemi bile bu derin açlık sebebiyle yutacaktır. 


Kitabı okumayaların bile kulağına ulaşmış olan şu üç kavramdan da bahsetmek isterim.

SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELIKTIR
CAHILLIK GÜÇTÜR.

İlk başta duyulduğunda kulağa basit bir şey gibi gelen bu üç kavram aslında çok şey anlatıyor. 1984'te bulunan 3 devletin her biri kendi içinde savaştadırlar ve bu savaş hiçbir zaman bitmez. Her gün minik zaferler kazanıldığı duyurusu yapılır. Kitlelere bir düşman sunulur ki halkı o düşmandan koruyacak bir koruyucu olsun. İşte o koruyucu devlet oluyor. Bunu gerçek dünyada da görmek pekâlâ mümkündür. Stalin dönemi Rusya'sında "Dışta düşman yoksa içte yarat, ama ne olursa olsun bir düşman yarat" politikası uygulanmıştır. 


Hikayede değinmek istediğim bazı yerler var. Winston ve Julia baş başa iken konuştukları ve Goldstein'in kitabında yer alan bazı şeyler. Proletaryada yaşayan proleterler (işçi sınıfı) ile ilgili yapılan tasvir çok gerçekçi. Parti onları kontrol etmek için bir efor sarf etmiyor. Onların bulunduğu bölgeye teleekran bile koymuyorlar. Çünkü onları açlığa, karın tokluğuna çalışmaya mahkum ediyorlar. Bugün de böyle değil mi? Aç bir güruh mücadele etmeye güç bulabilir mi? 

Winston'un da günlüğüne yazdığı gibi;

"Aydınlanmadıkça ayaklanmayacaklar, ayaklanmadıkça aydınlanmayacaklar. Bir umut varsa proletaryadadır."


Değinmek istediğim bir diğer nokta ise Winston'ın 101 nolu odaya gidene kadar yaşadığı değişim. Normalde insanlar düşüncelerine çok da sıkı bağlanamazlar. Biraz işkence, biraz fiziksel zorlama ile birçok insan benimsediği fikrinden vazgeçer. Ama Winston öyle olmuyor. O'Brien'ın defalarca "2+2 kaç eder Winston?" diye sormasına rağmen 4 cevabını veren ve bunun her durumda 4 olduğunu savunan bir kişi Winston. 101 numaralı odada ise suratının fareler tarafından parçalanması tehdidine karşı daha fazla direnmeye cesaret edemeyen Winston, "Bilmiyorum, bilmiyorum. Parti kaç eder diyorsa öyledir. Bana değil, Julia'ya Julia'ya.. Onu yesinler banane" diyerek bağırdığı anda Parti'ye boyun eğmiştir. Biyolojik olarak bilinen bir gerçektir ki aşk, korkudan güçlü tek duygudur. Aşkın korkuya yenik düştüğü bir durumda diğer bütün duygular ve akabinde her düşünce o korkuya boyun eğer. Parti de bunu biliyor. Bu yüzden aşk yasak. Lakin Winston'un aşkı oldukça büyük olmasına rağmen korkuya yenik düştü ve aşk, Winston için artık uzağından bile geçilemeyecek bir duygu haline döndü.


Winston gibiler eğer çok olsalardı Parti'nin gücü çok zayıflardı bence. Burada kendi fikrimi belirtmek isterim. Evet doğru, Winston partiye boyun eğdi lakin hangi şartlar altında. Kafası aç fareler ile dolu bir kafese sokulmak üzere iken vazgeçti. O aşamaya gelene kadar hiçbir şey Winston'a diz çöktüremedi. Parti bir kişinin beynini yıkamak için bu kadar efor ve zaman sarf edebilir lakin binlerce insan bu şekilde direndiği vakit hangi totaliter rejim ayakta kalabilir ki? Tartışmaya açığım. En nihayetinde 1984'te yaşamıyoruz :)

Son olarak 1984 kitabından güzel birkaç alıntı ile bitirmek istiyorum. 

Parti'nin dünya görüşü, onu hiç anlamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu.Gerçekliğin en açık biçimde çarpıtılması böylelerine kolayca benimsetilebiliyordu, çünkü kendilerinden istenenin iğrençliğini hiçbir zaman tam olarak kavrayamadıkları gibi, toplumsal olaylarla yeterince ilgilenmedikleri için neler olup bittiğini de göremiyorlardı.Hiçbir zaman kavrayamadıkları için hiçbir zaman akıllarını kaçırmıyorlardı. Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı, çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu."

”Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, onları yendin demektir.”

"Her şey bir sis bulutu içinde yitip gidiyordu. Geçmiş silinmekle kalmıyor, silindiği de unutuluyor, sonunda yalan gerçek olup çıkıyordu.”

”İnsan, ardında tek bir iz bile, bir kağıt parçasına karalanmış tek bir adsız sözcük bile bırakamadıktan sonra, geleceğe nasıl seslenebilirdi?


Sizce 1948 yılında bir romana göre 1984 nasıl bir kitap? Sahip olduğu atmosfer, anlattıkları sizce ne kadar gerçek? Böyle bir distopya mümkün olabilir mi gerçekten? Sizce 1984'te mi yaşıyoruz? Fikirlerinizi merak ediyoruz. Başka yazılarda görüşmek üzere hoşçakalın.