İnceleme: Uzaktan Kumandalı Kız
KİTAP İNCELEMESİ: UZAKTAN KUMANDALI KIZ
“Tanrılara inanmıyorsun demek, babacık? Orada dur bakalım. Seni heyecanlandıran ne varsa, gelecekte onunla ilgili, sana özel tasarlanmış bir tanrı olduğunu bil.”
Uzaktan Kumandalı Kız, James TIPTREE JR'ın -gerçek adıyla Alice B. Sheldon- HUGO En İyi Kısa Roman Ödüllü gelecekte geçen distopyası.
Bu distopyada hikayenin üzerine kurulu olan durum bahsedilen gelecekte reklamların yasaklanmış olması. Üreticilerin parasını ödemesi durumunda istedikleri yöntemde ürünlerinin reklamını yapmasının ve müthiş bir rekabet ortamının olmasının bir süre sonra ekonomik gelmediğini ve halkı isyan ettirdiğini söylüyor romanda. Daha sonra ‘Huckster Yasası' adı verilen bir yasayla sadece ürünün kullanımının gösterilmesi veya satışı sırasında sergilemenin haricinde pano ya da afiş gibi her türlü yerde reklamların gösterilmesi yasaklanıyor. Kulağa ilk etapta hoş ve irademiz dışında maruz kaldığımız görüntü kirliliğinden, vakit kaybından kurtulmuşuz gibi gelse de Bay Cantle'nin dediği gibi, insanlar ürünleri tasarlamak, üretmek için uzun yıllar çalışıyor, bunun için makine ve insan gücü kullanıyor. Ancak insanların reklamlar olmadan bu ürünün varlığından haberi olması -satın alması- çok zor. Bu da bunca yıllık emeğin ve paranın boşa gitmesi demek. Çalışanların işsiz kalması ve ürünü imal eden kişinin iflas etmesi ayrıca. Bu yüzden bu ürünlerin bir şekilde tanıtılması gerek. Peki bu nasıl olacak?
Kitapta bunu aşmak için şirketlerin bulduğu ve aslında bize hiç de yabancı olmayan bir yöntem var. Kamera karşısındaki ünlü insanların ürünleri kullanmaları. Elbette bu distopyada reklam yapmak her türlü yasak olduğundan günümüz influencer'ları gibi ürün tanıtımı yapılamıyor. Bunun yerine rastgele bir video çekerken kadraja o ürünü yerleştirmeniz yeter, insanlar hemen ondan alacaktır çünkü bu distopyada böyle insanlara tapıyorlar.
‘Tanrılar’ ya da ‘tanrıcıklar' olarak bahsedilen bu insanların fiziksel özellikleri tasvir edilirken ‘kocaman gözleri’' ve ‘insanüstü narin dudakları' gibi güzelliğin ön planda olduğunu, yine günümüz dünyasında çoğunlukla olduğu gibi insanların her şeyden önce güzelliğiyle ön planda sektöre atıldığını ve kariyerin bu faktörün üzerinde inşa edildiğini görüyoruz. Tabii teknolojinin çok geliştiği bir gelecekte bu insanlar özel olarak şirketler tarafından mükemmel hale getiriliyor. Gösterdikleri güzel ve sahte hayatlarıyla, dış görünüşleriyle, düzgün karakterleriyle mükemmeller. İnsanlar da içinde bulundukları sıradan ve doyumsuz hayatlarıyla bu mükemmeliğe özenip hevesle tanrılarına tapıyorlar.
Romanımızın ana karakteri P.Burke de onların hayranları arasında. Hastalığından dolayı fiziksel olarak ‘çirkin’ ve ailesi yok. Kitabın başında intihar etme girişiminde bulunuyor ve hastaneye götürülüp kurtarılıyor. Orada yatarken bir adam gelip ona mucizevi bir şekilde hayatının fırsatını sunuyor: O çok özendiği tanrılardan biri gibi olma fırsatını. Ve teklifi kabul etmesi üzerine onu kayıtlarda ölü olarak gösterip bir tesise götürüyor.
Ancak burada baştan yaratılacak olan P.Burke değil. Kafasında elektrotlar ve vücudunda metal parçaları ile vaktinin çoğunu kabinde geçiren bir aracı o. Bu durumda tanrı rolünü kim üstleniyor? Onun kabinde kontrol ettiği değiştirilmiş bir embriyo.
Hayatınız boyunca görüp görebileceğiniz en tatlı kız çocuğu olarak tarif ediliyor bu değiştirilmiş beden kitapta. P.Burke ise bu bedeni tatlı ve zarif olarak göstermek için yürümek ve konuşmak gibi bir sürü eğitimden geçiyor. Daha sonra ise şirket tarafından, çekilen programların arkasına yerleştiriliyor ve ‘şans eseri’ fark ediliyor. Ünü tırmandıkça olayların can alıcı hale geldiği yere, oyunculuk yapacağı holokamera tesislerine getiriliyor. Ancak burada var olan sisteme karşı olan, hayal kuran, kitap bile okuyan biri var. Orada olmasının sebebi ise babasının bu sektörlerde başı çeken birisi olması. Ve bu birisi Delphi'yle karşılaştığında -P.Burke'nin yeni adı- onun uzaktan kontrol edilen, kumanda edecek kimsesi olmadığında boş bir kabuktan ibaret olan bir waldo beden olduğunu anlamıyor. Delphi de bu sırrı ona söyleyemiyor. İkili birbirlerine aşık oluyor. P.Burke ise ilk başta kendi bedeniyle sevgilisi Paul ile buluşma hayali kurup Delphi’nin yerinde olmak istese de bunun hiçbir yolu olmadığını anlıyor. Bir süre sonra, oluşan teknik aksaklıklardan dolayı Delphi'nin bedeninde meydana gelen garipliğe şaşıran Paul onu incelediğinde elektronikten anladığı için onun kukla olduğunu, normal bir insanın bir çeşit elektrot sistemiyle uzaktan kontrol edildiğini düşünüyor. Bağlantıyı kesip Delphi'yi kendi iradesine kavuşturmak için onunla her şeyin başladığı tesise gidiyor. P.Burke'nin kabininin olduğu odaya geldiğinde P.Burke heyecanla aşkını görmek için kabininden çıkıyor ve Paul’a doğru atılıyor. Paul karşılık veriyor. P.Burke’nin üzerinde sallanan kablolardan birine vurarak.
Onun aslında Delphi olduğunun farkında değil ve kabinden çıktığında kitapta tasvir edildiği gibi bir deri bir kemik, her yerinden elektrotlar çıkan, vücudunun bazı parçaları metal olan ‘dişi bir golem'in üzerine geldiğini görüyor. Refleks olarak ellerini savurduğunda eli kablolardan birine takılıyor ve kabloyu çekiyor. Çektiği kablo ise P.Burke'nin beyin sapına bağlı olan kablo. Yani onu oracıkta öldürüyor. Beraberinde Delphi'yi de. Ondan sonra inanamayarak acı gerçeğin farkına varıyor.
Romanla ilgili kendi açımdan bir şeyler söyleyecek olursam dikkatimi çeken iki önemli durum var. İlki yukarıda olay akışının bozulmaması için irdeleyemediğim P.Burke'nin sahte bedenle sürdüğü mutlu hayat.
Paul'la tanışana kadar Delphi olmaktan şikayetçi olmayan P.Burke, Paul'la tanıştıktan sonra onun sevdiği şeyin o, P.Burke, olmadığını söylüyor içinden ve utanıyor. İlk kez orada kimlik çatışması yaşıyor ve yaptığı pazarlıktan vazgeçemeyeceğini, şirket karşısında çaresiz olduğunu anlıyor. Burada P.Burke'nin hissettiklerini düşündüğümde içimde canlanan duygular müthiş bir özgüvensizlik, hayal kırıklığı ve çaresizlik.
Belki kitapla günümüz sosyal medyası arasında çok bağlantı kuruyorum ama P.Burke-Delphi arasındaki bağlantıyı, insanlar ve açtıkları anonim hesaplara benzetiyorum. Burada insanların kendi isimlerini, yüzlerini, bedenlerini kullanmadan yüzlerce insanın önüne çıkarak istedikleri gibi davranmaları ve bu özgürlük düşüncesiyle kendilerini dış dünyaya ve asıllarına kapatıp gerçekliği kurguladıkları sahte kişilikler olarak benimsemeleri benzettiğim şeyler. Daha sonra iş gerçek benlikleri ve sürdükleri hayatla yüzleşmeye geldiğinde yaşanan şey yine hayal kırıklığı, özgüvensizlik ve nefret.
İkinci önemli durum ise bu distopyada olan tanrıcıkların yarattıkları etki ve benzerinin günümüzde de var olması.
Çevremizden ya da yine sosyal medyadan gördüğümüz üzere insanların bir ürünü sırf sevdikleri bir ünlü piyasaya sürdüğü -ki o ünlülerin işinin aslında o ürünle hiçbir ilgisi olmamasına rağmen- ve kullandığı için satın aldığını biliyoruz. Bu direkt ürün tanıtımı şeklinde olduğu gibi bazen yine kadraja takılan, bilerek veya bilmeyerek yapılan ürün yerleştirmeler de olabiliyor. Bu distopyada gelecekte şirketlerin yaptığını, günümüzde bazı markaların da belirli bir kitlesi olan ünlülerle yaptığını görüyoruz. Elbette bir distopyada olmadığımızdan etkisini bu kadar çok hissetmiyoruz ama insanların hayatlarına özendiği kişilere göre ürün alışverişi yapacağını bilen markaların bu duyguları aynı şekilde istismar ettiğini düşünüyorum. Tabii bu durum ‘bu ürünü mutlaka almalıyım’dan ziyade ‘merak ettim bir bakayım’ şeklinde olunca o zaman durum amacına uygun olarak, gerçek bir reklama dönüşüyor ki bu da bizim ihtiyacımız olan şey.
Görüşmeye katılın