DÜNYA EDEBİYATININ ZİRVESİ: SEFİLLER

Herkese selamlar dostlar. Bu yazımızın konusu dünya klasikleri içinde belki de en güzel roman olan Victor HUGO’nun 14 yılda yazıp tamamladığı Sefiller üzerine. Başlamadan söyleyeyim incelme spoiler içerecektir. Ama Sefiller’e geçmeden önce bu şaheseri anlamak için biraz olsun Victor HUGO ‘ya değinmek istiyorum.
 

Hugo, bu romanı sürgün yıllarında kaleme alıyor. Sürgünde geçen 18 yıl içinde ve hayatının önceki dönemlerinde tanık olduğu, bir şekilde duyduğu, gördüğü toplumu kaleme alıyor aslında. Fransız toplumunun devrimlerle sarsıldığı, Napolyon sonrasında gelen hükümetlerin sefaleti artırmaktan başka bir işe yaramadığı o dönemi anlatıyor. Ayrıca gençliğinde babası tarafından terk edilen Hugo tek başına bir tavanarası odasında yaşamaya başlamış. O günlerde yaşadığı ruh halini, maddi durumunu vs. yani bir nevi o zamanlardaki kendisini yıllar sonra yazdığı Sefiller romanındaki Marius karakteri ile anlatmıştır. Bu ufak ama önemli olduğunu düşündüğüm ayrıntılardan sonra incelemeye geçelim.


Sefiller. Bu kitap üzerine söylenecek o kadar çok şey var ki. Sanırım anlatmaya karakterler üzerinden başlanabilir. Sefillerin bana öğrettiği en güzel şey şu oldu: Kim olursa olsun, toplumun ne kadar aşağı kesiminden olursa olsun, içi ne kadar kin ve öfke ile dolu olursa olsun bir insan iyi birine dönüşebilir. İşte böyle başlıyor Sefiller. Jean Valjean adlı bir kürek mahkumunun topluma karşı kin ve öfke ile dolu bir şekilde hapisten çıkmasıyla birlikte kin almak için çıktığı bu yolculukta iyi bir insan olma serüvenine tanık oluyoruz. Piskoposun dediği “Bu gümüşler karşılığında senin kalbini ve onun içindeki kini alıyorum. Git artık, özgürsün.” cümlesi her şeyi değiştirir Jean Valjean’da. Ama eğer piskopos Jean Valjean’ı affetmek yerine onu tutuklatsaydı, hayal edin bir kere, Jean tekrar küreğe gider ve asla iyi bir insan olmazdı. Yapacağı o iyilikleri hiçbir zaman yapmazdı. Dünya iyi bir insandan mahrum kalmış olurdu. Affedin dostlar, gönülleri satın alın.


Cosette. Anası babası olmayan, emanet edildiği hancının eline bırakılmış, sürekli kötü muamele gören küçük kız. Adeta bir kurtarıcı bekleyen masum bir bebek. Kitapta Jean Valjean’ın Cosette’i kurtarmaya geldiği kısımda Cosette’in içinde uyanan “İşte kurtarıcım geldi.” hissiyatını ben de okurken içimde hissettim. O küçük, zavallı kızın gözlerindeki umut ışığını, ilk defa gördüğü bu iyi insana bağlanışını gördüm. Çünkü Hugo yazarken öyle bir hissetmiş ki… Okuyucunun bunu görmesi, hissetmesi işten bile değil. Değinmeden geçmeyelim, okurken herkesin şiddetle nefret ettiği, ölmesini istediği Thenardier ailesi. Ama biri hariç o da Eponine. Ona daha sonra değineceğim lakin Victor Hugo kitapta iki ucu da bize en saf ve en şiddetli haliyle gösteriyor. Ne mi onlar? İyi ve kötü. İyi insan Jean, kötü olan ise Thenardier… Nefret etmemizi istemiş yazar ve vicdanı olan herkesin tiksineceği bu karakteri koymuş ortaya. 


Değinilmesi gereken bir diğer isim ise Javert. Şüphesiz ki bu karakterden nefret edenler de vardır, bu karakteri öven, seven insanlar da. Ama bir adam hayal edin ki devlet kanunlarını din, devleti ve hükümeti tanrı bellemiş olsun ve bunlara tamamen, sorgusuz sualsiz teslim olmuş olsun. Javert böyle bir polis işte. Denilebilir ki “Eğer herkes işine bu kadar bağlı olursa her şey düzene girer.”. Belki hakkınız vardır ama Javert’e göre kötüler asla iyi biri olamaz. Kötü ve suçlu insanların düzelemeyeceği konusunda kesin tabuları var bu adamın. Böyle bir adam var kitapta. Güzel bir tipleme. Ben okurken bu polise karşı hissiz kaldım. Yani keskin sınırları var ve o sınırları aşamıyor. Zaten sonu da o sınırlar yüzünden geliyor. Javert gibi olmayın derim.


Benim bu kitapta içimi en çok acıtan karakter Fantine oldu. Zaten bu düşmüş zavallı kadına acımayan yoktur kanımca. Bir anda yalnız kalan, bir anda hamile kalan bir kadın Fantine. Çalışmak için bir bakıcıya ihtiyacı var. Çünkü kızı Cosette yanındayken çalışamaz. Victor Hugo, Fantine’in Cosette’i hancıya verdiği bölümü “Emanet Etmek Bazen Teslim Etmektir” başlığı ile anlatır. Fantine kızını bir daha göremez. Onu sömüren pis kalpli hancı Thenardierler yüzünden Fantine kelimenin tam anlamıyla erir. Kızının kahrından ve Javert’e duyduğu korkudan ölür. Hayatta çok az insan Fantine kadar acı çekmiştir. Fantine, kızı için ölür. Yeri gelir saçlarını satar, yetmez. Çok güzel bir kadındır, dişlerini satar. Eskiden onu gören ona bakmaktan kendini alamazken artık görenler ondan kaçar. Artık verecek bir şeyi kalmaz Fantine’in ve bir insanın belki de düşebileceği en dip noktaya gelir: Fahişelik yapar Fantine. Bu çok uzun sürmez ve tutuklanır. Sonrasında ise ölür. Fedakarlık kavramıyla bütünleşen bir karakter Fantine. 


Gelelim Marius’a. Victor Hugo’nun kendisini anlattığı bu genç, atılgan, yenilikçi, yalnız ve parasız kalmayı ve gururunu paraya yeğleyen birisi. Tek başına kendi ayakları üzerine durmayı öğrenmek isteyen ve aşka aç, aşka aşık olmaya hazır, o duygunun emrine amade bir er olmak için her türlü özelliğe sahip birisi. Dedesi ile farklı siyasi görüşlere sahip olan annesiz ve babasız büyümüş olan Marius, küçüklüğünde dedesi tarafından haberi olmadan babasından alıkonmuş birisi. Bunu öğrenince elbette ki karakteri gereği dedesini terk ediyor. Beş parasız kalır. Bazı arkadaşlar edinir. İlerleyen zamanlarda ise Lüksemburg parkında gördüğü ve adını dahi bilmediği, hakkında hiçbir fikre sahip olmadığı genç Cosette’e aşık olur. Marius hakkında söylenebilecek o kadar çok şey var ki… Bu genç kan dostları için canını hiçe sayabilir. Aşkı için ölebilir. Fikirleri uğruna savaşır. Nefret etse bile evlenmeden önce dedesinden aile büyüğü olduğu için izin alır. 


Gavroche karakterine değinmeden edemeyeceğim. Bu sokak çocuğu sokağın pisliğini içinde barındıran dıştan pis, içten temiz birisi. Yolda görseniz tiksinirsiniz. Ama devrim sırasında cepheye koşup biten fişekler yüzünden yenilerini almaya giden, mermilerin üstüne atlayan oydu. Kendisi küçük, yüreği büyük fedakar bir çocuk Gavroche. Öldüğü an çok üzülmüştüm.


Eponine ise Marius’un aksine aşkı tek taraflı ve yerlerde yaşayan bir genç kız. Marius’a aşık. Düşünün ki aşık olduğunuz kişinin sevgilisi var ve ikisi de birbirine deliler gibi aşık ve siz de aşık olduğunuz kişinin kucağına yığılıp ölmek üzeresiniz. O size bakıyor ve minnet içinde. Niye mi? Çünkü onu kurtarmak için merminin üstüne atladınız ve bu yüzden birazdan öleceksiniz. Ne isterdiniz o an? O aşık olduğunuz kişiye neler söylerdiniz? Eponine, o haldeyken adeta aşkın felsefesini yazarcasına diyor ki “Bay Marius. Ben ölünce beni alnımdan öpün. Ruhum bunu hissedecektir.”. Bu nasıl bir aşk, nasıl bir teslim oluştur? Gözünüzde bu sahneyi canlandırın lütfen. 

Hikayeye fazla değinmedim lakin Hugo’nun anlatım tekniğine ve yazarken ki yaptığı bazı şeylere değinmek istiyorum. Misal, romanda manastırda geçen bir bölüm mü yazılacak, yazar hikayeyi bölüyor ve manastırı öyle bir anlatıyor ki… Tarihini, siyasal-toplumsal yönünü… uzun uzun. Okuyucuyu hiçbir şeyden mahrum bırakmıyor Hugo. Anlattığı hikayenin her kısmının her bölümünün okuyucu tarafından anlaşılmasını istiyor Hugo. Saygı duyuyorum.

Kitapta geçen daha çok karakter var ama hepsine değinemem. Sefilleri gerçekten incelemek sayfalar dolusu yazı ister. Ben burada bu şahesere ufak bir pencere açtım o kadar. İnsanlık var olduğu sürece sefiller hep okunacaktır. Çünkü ortak bir değeri anlatıyor: insanı, aşkı, iyiliği ve kötülüğü, merhameti ve daha nicelerini…

Son olarak değerli okuyucum, kitabın sonunda yer alan şu şiiri sizlere armağan ediyorum…

Uyuyor. Kader ona ne cilveler etti!
Yaşıyordu. Melekten yoksun, sönüp gitti.
Pek sade geçti olay, bir gül solar gibi.
Akşam olunca ufukta gün solar gibi.